HİÇ
Allah Ahad’dır,
Allah Samed’dir,
Lemyelid ve Lem Yuled’dir,
ve Lem Yekûn lehu Küfüven Ahad’dır!..
Sınırsız, sonsuz bir varlık düşünün ki O; nasıl bölünüp parçalanabilsin, birine nasıl muhtaç olabilsin!..
Kendisinin dışında ikinci bir varlık olsun da, ona ihtiyaç duysun! Kendisi doğmamış iken neden doğursun?
O bir bütün bile değilken, bu denilenlerin olabilmesi mümkün mü ?.
Hiç olabilen bir varlık için, bu vasıfları anlatmak bile bir hiç olsa gerek!..
Bahsini ettiğim niteliklerden, Allah’ın Zatına ( hiçliğine) ait ne varsa, tümünü Hz. Resûlullah’ta buldum, hissettim...
“Allah’ın Zatını tefekkür etmeyin.” derken, aslında O’nun, tefekkür edilmemesi gerektiğini idrak ettim...
Ve “Hiç” liğine zihnimde bir pencere açmak istedim!...
Bu, “Hiç” liğin hâkim olduğu ortamda, yapacak, söyleyecek, duyacak hiçbir şey yoktu... Hatta “hiçbir şey” diyen düşünce bile yoktu...
Her yer, sürekli bir düşüncesizlikle çevriliydi...
Kesinlikle sessizlik değildi. “Hiçlik” deniyordu buna. İnsan yoktu bu boyutta, varlık dahi yoktu, zamanın ise adı asla geçmezdi...
‘An’ bile, buralara pek yaklaşım sağlayamazdı.
Kozmosun sonsuzluğundan söz edilemiyordu.
Etkilerin dili yoktu.
Şuurun stop ettiği bir yerdi burası!..
İnsanın kendini rahat hissettiği veya sıkıntı duyduğu bir yer değildi.
İçinde bulunduğumuz döneme damgasını vuran kelimeler de yoktu.
Benliği yansıtan en küçük bir işaret bile bulunmuyordu.
Orada şeytanın, meleğin, perinin, büyünün dünyası yaşanmıyordu. Hayatın sırları paylaşılamıyordu.
Sır yoktu ki paylaşılabilsin!..
Ciddiyet, dürüstlük ve tutarlılık gibi kavramlar geçmiyordu. Sanal bir boyut da değildi orası. Soyut oluşundan da bahsedilemezdi. Orada, bıktıran şeylerin listesi asla bulunmaz, yitirilen ve kazanılan değerler söz konusu olmazdı...
Batmak ve çıkmak gibi sözcüklerin adı bile geçmezdi...
Bunlar hep ‘Hiç’in dışından seyredilen şeylerdi. Çokluğu bırakın, burada tekin bahsi bile geçmiyordu.
Ona ait güzel sıfatların, burada esamesi okunmuyordu.
Konuşmak boşunaydı...
Susmayı tercih ettim...
Ve Düşünmemeyi!...
Sonra “An” oluştu...
Bir nokta, her şey onda mevcut oldu...
Sonsuzluktaki en küçük teferruata kadar.
Olmalıydı, olması gerekirdi değil;oldu, tartışılması bile yapılamadan....
Ve biz, olanı hissetmeye çalışıyoruz.
Mistisizm, “zaman, varlığını Esmadan” almıştır diye bir tanımlama getirmiştir.
Esma da varlığını “An” dan almaktadır. An bildiğimiz gibi, zamanın kısa bir parçası değildir. Onu, önü ve arkası olmayan, hareketlilikte durağan bir kavram olarak düşünmelisiniz...
Bulunduğumuz zamandan kopup O An’ın içinde olduğumuzun, acaba farkında mıyız?...
O An denilen kavramı anlatırken Friedrich Nietzsche;
“Birden burada, birden yok. Daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir anın rahatını kaçırır.” diyor,
Tarih Üzerine’ adlı eserinde de , “Zaman tomarından bir yaprak çözülür, düşer uçup gider. Birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşte, o zaman insan ‘anımsıyorum’ der...” ifadelerini kullanıyor.
Gezi sırasındayken düşüncelerimi kâğıda dökmek benim için oldukça zor...
Genellikle, dönüş sonrası evimin ya da ofisimin rahatlığı içinde yazmaya alışkınım. Böylece, olaylara dışarıdan daha iyi bakabilme imkânım oluyor. Belki bu nedenle kendimi daha güvende hissediyor ve PC’nin tuşlarına daha özden, daha bilinçle ve kuvvetlice dokunabiliyorum...
Umre dönüşü benden koskoca bir “Hiç” çıktı!..
“Anlatılacak başka bir şey yok muydu?” demeyin lütfen...
Ne olursunuz bunu yapmayın!...
Amacım, ortak bilinçaltımıza bu anlamı yüklemek!..
Ahmed F. Yüksel